Kitabın öncelikle Rasim Özdenören’in yazdığı ilk ve tek
roman olduğunu belirterek başlayalım. Bilmeyenler için Rasim Özdenören’in
sürekli duyageldiğimiz, son asrın Büyük Doğu ruhunun yoğurduğu dava
adamlarından\ Yedi Güzel Adam’dan olduğunu da ayrıca belirtelim.*
İçerisinde iki
farklı olay örgüsünün yer yer birbiriyle ilişkilendirildiği, alegorik olarak
tasvir edildiği, dikkat verilmediği ve itinayla okunmadığı takdirde ise
romandan yeteri kadar tad alınamayıp asıl ana fikrin de kaçabileceğini okuyucunun
göz önünde bulundurarak okuma yapması kendisi için daha faydalı olacaktır.
Öykü okumalarına
ağırlık vermeyen yahut belli katmanlarla kronolojik olarak, zaman ve mekanla
sınırlanmış öykü\ romanlara kendini kayıtlamış okuyucuların da bu kitabı okurken
tüm alışageldikleri romanlardan farklı olduğunu bilerek olay örgülerine
yaklaşmalarının yine kitabın inceliklerini kendilerine açacak yegane şey
olduğunu bilmelerini istirham ederiz.
Kitapta iki farklı
olay örgüsü var dedik, peki nedir bunlar?
Birisinde yıllar
önce bir savaşa katılmış, ardından ise kendini eve kapatmış ve yaklaşık elli
yıl boyunca yalnızca bahçede gül yetiştirmiş bir karakter çıkıyor gözümüzün
önüne. Karakter aslında anlatılmak istenen ana meselede çok önemli, bizler hem
yaşımız, hem yaşantımız itibariyle her ne kadar modern çağa yetişemesek de
hazmedemediğimiz halde hayatımızın orta yerinde aniden fışkıran her türlü
yeniliğe alışık hale geldik\getirildik. Öyle ki modern çağın hayatımızdan neyi
aldığını oturup konuşmaya vaktimiz dahi yok. Hız ve hazzın paramparça ettiği
hayatlarımızın bize ait olduğu zannıyla yaşıyoruz(!). Hâlbuki şayet farklı bir
zamanda yaşayıp da bugüne yolculuk yapsa idik, hatta daha daraltarak
söyleyelim; yirmi yıl önce hayata veda edip tekrar geri dönse idik, gördüklerimizin
karşısında muhtemelen tekrardan geldiğimiz yere dönmek için Rabbimize niyaz
ederdik. İşte gül yetiştiren adam da aslında elli küsur yıl boyunca evden
dışarı çıkmayarak kendisini zamandan soyutlamış oluyordu, şimdiki zamanla tek
ilişkisi sadece torunu üzerindendi. Kitabın sonunda en sonunda dışarı çıkmaya
ikna olan gül yetiştiren adamın camiye gidince insanlara şu seslenişi, aradaki
uçurumun ve kaybedilen ama kaybedildiğinden haberi dahi olunmayan bir sürü ‘asıl şeyin’ de ne olduğunu gayet açıkça ifade
ediyordu sanırım:
‘Sizler nasrani misiniz? Yoksa mecusi misiniz? Hangi
millettensiniz?’
Bu sorunun cami cemaatine olduğu göz önünde bulundurulursa
mesele daha da iyi açığa çıkmış olacaktır…
Kısaca bir katmana değindiğimizi zannediyorum.
Diğer katmanda ise
bugünün sıradan, ortalama insanının yaşantısının mahrem çizgilerine ve
duygularına hafiften dokunarak çizilmek istenen bir portre var karşımızda.
Mesele yine çağla bağdaş tabi…
Yiyen, içen, gezen,
her türlü eğlenceyi kendisine meşru kıldığı halde yine de doymayan, hız ve
hazzı kendisine yegâne payanda kabul eden bir takım kimselerin o içinden
çıkamadıkları, ne yaparlarsa yapsınlar ferahlayamadıkları, ilacı da daima
yanlış yerde aradıkları bir sahne… Öyle ki duygular pörsümüş, vicdanlar narkozlanmış,
akıllar putlaştırılmış… Evet, akıl yegâne yol gösterici bu insanlara göre,
Nietzsche’nin Avrupa da haykırdığı ‘Tanrı öldü’ feryadının bu coğrafyadaki
aksisedası… Tanrı öldü, yani insanların hayatına nizam veren yegâne şey, Allah
inancı, din tamamen kayboldu, başka bir tabirle toplum sekülerleşti…
İşte iki farklı olay
örgüsü ve Türkiye’nin şahsında tüm İslam ülkelerinde görünen, Tanzimat’la
başlayan mukaddes değerlerin inşa ettiği şahsı manevinin tarumar edildiği bir
hayat nizamı… Durmak yok, nefes almak, göğü izlemek, ne yapıyorum ve kimim, ne
için yaratıldım sorularını bir an için dahi tefekkür etmek, yasak yasak yasak… Ama
bu yasaklarla çevrili nizam aynı zamanda insana sınırsız özgürlük verdiği
iddiasıyla onun hür olduğunu zannetmesini sağlayacak kadar da profesyonel…
Gelin gül yetiştiren adamın ne demek istediğini kitaptan bir
alıntıyla şöyle ortaya koyalım:
‘... dövüşmüşlerdi Kur'an için, Halife için ve Fransızı
kenti terk etmek zorunda bıraktıkları zaman kurtulduklarını sanmışlardı, oysa
sonradan olanlar bambaşkaydı, uğrunda savaşmadıkları ve savaşmayı akıllarına
getirmedikleri şeyler olmuştu, ne uğruna savaşmışlarsa sanki savaşla onları
ortadan kaldırmak istemişler gibi bir sonu olmuştu, (...) Ve belki kendilerini
de bir kez daha asmaya kalkışırlar ama onlar yani asılanlar yani savaş verenler
kendilerini aşan insanlar kurtulsunlar diye savaşmışlardı ve asıldıkları şeyler
için savaşmışlardı, bunu kim anlayabilir, kim? ‘
Kitap içerisinde bir
başka vecihten, önemli tahliller, modern çağın kuşattığı insanın ruh halini
ortaya koyduğu cümleler barındırıyor. Kitabı okurken kendi içimizden kopup
gelen şeylerin çoğu kez kahramanlar diliyle ifade edildiğine şahit oluyoruz.
Son olarak savaşla
işgal edilemeyen ve sömürgeleştirilemeyen Türkiye’nin içeriden, çeşitli
vasıtalarla nasıl işgal edildiği, sömürgeleştirildiğine dair böyle bir roman
var mıdır bilmiyor, eğer böyle eserlerle karşılaşan okuyucular olursa bize de
tavsiye etmelerini rica ediyoruz.
Allah’a emanet olun…
Yorumlar
Yorum Gönder