‘Bu dünya hayatı insan için hakikat savaşını vermekten
ibarettir.’ Müslüman’ın dünyaya, olaylara bakış açısı dünyayı ahirete köprü
diye telakki etmek, ahiretin tarlası görmekten ibarettir. Bütün oluşlar,
olamayışlar, yapılanlar ve yapılamayanlar bu görüş etrafında halkalanır. Üstat
Necip Fazıl’ın deyişiyle ‘Batının her sahada arayıp bulamadığı cennet İslam’da:
her sahada içine düştüğü cehennemden kurtuluş yolu İslam’da, her şey İslam’dadır.’
Maddenin manayı
kuşattığı ve adeta hiç dirilmeyecekmişçesine öldürdüğü bir dünyada yaşıyoruz.
Amaçlarla araçların karıştığı, araçların kutsal, amaçların ezgin olduğu bir çağ
bu. Teknik planda en güzel evler, arabalar ve insanın kullanması için meydana
gelen tüm eşyalar olağanüstü iken bütün manaların tersyüz olmasıyla beraber
insana hizmet etmesi gereken aynı eşyalar insanı hizmetçi kılmakta kendine.
Modern ve mükemmel(!) kölelik statütüsüne yükselen insan, ideolojileri kendine
payanda kılarak içerisinde bulunduğu eziklikten çıkacağı zannına kapılmış
durumda. İnsanlık kendisini yeniden diriltecek ve her şeye hak ettiği değeri
verecek nizama hasret. Bu nizam tüm kuşatıcılığı ve en ufak boşluğa mahal
vermeden tesis ettiği sistemle şüphesiz ki İslam’dır. Bir annenin dahi çocuğuna
kızarken bir diyalektiği vardır. Hangi kelimeyi öne, hangi kelimeyi arkaya
alacağının bilincindedir. En basit meseleler dahi anlatışları, ortaya koyuluş
usulleri itibariyle öne çıkar. Doğruyu bilmek önemli olduğu kadar doğru bir
şekilde anlatmak da mühimdir. Derdinizi anlatamaz, davanızın neyi ifade
ettiğini hakikatiyle sunamazsanız başkalarının sizi diledikleri sıfatla takdim
etmesine de karşı çıkamazsınız. Müslümanlar son iki asırdır İslam’ı
anladıklarını zannededursunlar, ondan aldıkları azıcık payı da modern çağa yem
etmiş durumdalar. İslam ya hep yahut hiçe taliptir ve hepin olmadığı yerde
hiçtir. Büyük Doğu mimarının da zikrettiği üzere davamızı binlerce ciltle ifade
edeceğimiz gibi onu tek heceyle de ortaya koyabiliriz: HEP! Yaptığımız tüm
okumalar, yazdığımız yazılar, ettiğimiz kelamlar ve hayatın duraksama kabul
etmediği her anındaki oluşlarımız bu ‘hep’ in etrafında halkalanmıyor, iç içe
geçip bizi hakikate ulaştırmıyorsa; kabukta kalmamız ve çoğu kimsenin düştüğü
yanlış gibi anladığımızı zannettiğimiz şeyden (İslam’dan) nasipsiz olduğumuz
ahiret gününde önümüze konacaktır. Allah bizi olmadığımız davanın maliki gibi
görünmekten(münafıklıktan) korusun. Böyle bir takdim yaptıktan sonra kitabımız
hakkında birkaç kelam edebiliriz:
Kitabımızın müellifi
Sezai Karakoç. İslam’ın dirilişi adlı kitabın tahlilinde kısa bir şekilde
tanıtmış idik kendisini. İçerisinde hayati tahlilleri barındıran kitabımız ilk
planda üç kısımdan oluşuyor.
1)Bunalımın
kaynağı: İnsanlığın bunalımının asıl kaynağının neyden kaynaklanıp neye
sebep olup, insandan neyi götürdüğünü anlatma gayretinde olan müellif, Batı’nın
bunalımının neden geçici bir bunalım olmadığını ve bu bunalımının nereden
kaynaklandığını batının köklerine inerek tespit ediyor. Avrupa medeniyeti
karşısında diğer medeniyetlerin gün geçtikçe ona bilendiğini ve zaman
içerisinde bu medeniyetin kendisini yutmasının elzem olduğunu ortaya koyuyor.
Rönesans’ın hangi şartlar altında, nereden neşet ettiğini ve İslam karşısında
bir oluş( yani İslam’ın Avrupa’yı zorlaması sonucunda) olduğunu açıklıyor. İlk
planda Rönesans’ın Avrupa medeniyeti için bir kültürel atılım ve diriliş gibi
olduğu gözükse de o günden bu yana tek ilerlemenin teknik alanında (teknoloji, zanaatta)
olduğu tespitini iyi anlamamız ve fiziğe yani madde planına önem verip
metafiziği yani manayı unutmanın bir medeniyeti canavarlaştıracağını da
fehmetmemiz gerek bu satırlardan ayrıca.
2)Tablo: Bu
bölüm kitabın yekûnunu teşkil etmekle beraber içerisinde ölüm dikkati, tapınak,
politika, devrim, put, bilim ve edebiyat gibi başlıklar altında çok mühim
meseleleri tablolaştırıyor. Batı medeniyetinde olmayan nübüvvet inancıyla
beraber insanlığın artık mabetlerini turist gözüyle gördükleri ve dolayısıyla
asıl manadan yoksun oldukları ifadesi bugün için Türkiye halkını ne kadar da
çerçeveliyor değil mi? Ayasofya’nın ibadete açılması bir yana, Ortaköy Camii ve
Sultanahmet’e dahi sözde Müslümanların nasıl pervasızca girip bir Avrupalıdan
dahi daha hayâsız davrandıkları bir vaziyette Ayasofya’yı açmak kuvvetinde
olamayız elbet. (Ayasofya İstanbul’un kılıç hakkıdır, onu müzeleştiren, imkân
olduğu halde aslına irca etmeyene Sultan Fatih’in laneti vardır.)
Ayrıca bu bölümde
felsefe ve kent bölümleri de anlama gayretinde olan ve bu meseleleri
derinlemesine düşünmekten kaçmayan için diriltici mesajlar barındırıyor.
3)Diriliş İnsanı:
Son bölümü müellif diriliş insanının özelliklerini anlatmaya ve onun
Müslüman’dan başkası olamayacağına işaret etmeye ayırıyor.
Evet, dünya bir
dirilişe gebe, bu dirilişi dinini anlayan, anladıktan sonra yaşayan ve yaşatma
uğrunda ömür tüketenlerden başkasının yapamayacağı hakikatini iyi anlarsak, olmaya
önce kendimizden başlamamız gerektiği ve ancak bu aşamadan sonra birilerini
dirilteceğimizi de iyi anlarız. Öldürücü hastalığa yakalanmış bir doktor tek
bir hastayı dahi tedavi edemez çünkü.
Tüm bu
anlattıklarımızın ilk planda tezahürünü, ne nispette diriliş insanı olduğunu
ölçme gayesinde olanlar; sabah namazında üzerlerinden yorganı fırlatma iradesi
ve süratine baksınlar.
Allah’a emanet olun…
(Mehmet Edirneli)
Yorumlar
Yorum Gönder